Kendimizle aramızdaki mesafeler… İçimizdeki ağlayan çocuklar…

Siz de bu ara yorgun hissediyor musunuz dostlar? Melankolik yorgunluğun ötesinde bir şeyden bahsediyorum. Hani o kendimizi kurban gördüğümüz, şikayet ettiğimiz, birilerini suçladığımız, “Bana şunu ettiler”  dediğimiz yorgunluk değil bu… Artık hikayenin öyle olmadığına uyanıyoruz. Uyanmadıkça, hayat her seferinde daha çok canımızı acıtarak uyandırmaya devam ediyor. Kendimizi kendimize kurban ettiğimiz yorgunluktan bahsetmeli. Kendini insan kendine kurban eder mi hiç? Eder… Senaryolar farklı olsa da hikayenin çatısı şudur: Bazen yürür gideriz de yol bitmez, arkamıza baktığımızda yürüdüğümüz kadar olmamıştır, şaşarız. Bazen kayaları aşarız da, küçücük bir çakıl taşı ayağımızı deler geçer, kanatır. Delirir, öfkelenir, başa döneriz:  “Yine mi? Ama ben bu dersleri geçmiştim.”

İşte kilit noktası burada.  Burada hikayeyi dönüştüremediğimizde kendimizle aramıza, kalbimizle aramıza giren o mesafeler artıyor. O öfke anı, o delirme anı, o acıma anında bütün hikaye. Canımız yanıyor, kalbimiz acıyor. İçimizdeki çocuk ağlıyor, bağıra çağıra ağlıyor. Biz onu duymak, yatıştırmak, sarıp sarmalamak yerine bastırıyoruz. Yıllardır bastırdığımız gibi onu bastırıyor, susturuyor ve tüm o kaldıramadığı acıları, adete kötü bir yemeği satarcasına, başka bir kaba koyup, üstünü süsleyip servise sunuyoruz. O andaki olaya, o anda orada olana, o son dokunuşu yapana tepki veriyoruz. Acıyorum demek yerine belki acıtıyoruz. Belki hıçkırarak ağlamak yerine zihnimizdeki hikayeleri kusuyoruz. Veya uzaklaşmak ve kendimizi dinlemek, korumak yerine üstüne gidiyoruz. İşte böyle olunca kendi kalbimizi açamıyoruz. Bu bize öğretilmediği için, hatta tersi öğretildiği için kalbimizi kapatıyoruz. Kapalı bir kalpten çıkan sözler ve davranışlar diğer kalplerin kilitlerini açamıyor ve hep birlikte kapanıyoruz. İçimizde minicik, yağmurda yalın ayak yürüyen, soğuktan büzüşmüş, ağlayan o küçük çocuklar ve dışımızda koca koca adamlar, kadınlar, içimizde acı, dilimizde zehir dolaşıyoruz…

Kalbimizi açmadığımız, kırılgan yerlerimizi göstermemek adına kabuklar ördüğümüz, yumuşak karnımızı en güçlü göstermeye çalıştığımız o hallerimiz var ya hani, bildiniz mi? İncinmekten korkuyoruz zira. Samimiyetten, yakınlıktan, acıyorum demekten, ben üzülüyorum demekten… Öylece kalbimizi koyamayız ki ortaya, zarar gelir. Böyle düşünüyoruz. Bunu saklamak mahremiyet timsali gibi zihinlerde… Sanki ayıp gibi. Tüm diğer yüklenen ve çiğnemeden yuttuğumuz değerler gibi bunu da yutmuşuz a dostlar… Sonra yoruluyoruz. Kendimizle verdiğimiz savaşın dışarıya karşı olandan daha büyük olduğunu anlamıyoruz. İçeri bakamadıkça dışarıda suçlu arıyoruz. İçimizdeki çocukları öpüp koklayıp sarıp sarmalamadıkça o içeride büzüşen çocuk hırçınlaşıyor. Kalplerimiz yoruldu, soluğumuz kesildi, nefes almakta zorlanıyoruz. Nefes dediğin, bilinçsiz yaptığımız alış verişten öte bir şey olmalı değil mi?

Ne zaman kendimi veya bir başkasını o güçlü ve çığırtkan tablonun içinde görsem, o film karesindeki gibi bir çocuk geliyor aklıma… Yağmurda yalın ayak, ayakları elleri üşümüş, büzüşmüş, içine ağlayan, kimsesiz bir çocuk… Kendimizle aradan çekilsek, bize söyleyecek derdini… “Acıyorum” diyecek. “Canım acıyor”. “Bana sarılmanı istiyorum” diyecek, belki de sadece bu… “Üç kişi miyiz? Ne diyorsun sen, kafam karıştı” deme dostum. Bir dönüp bak içine. İçinde yıllardır dönüp bakmanı, ilgini  bekleyen o çocuğun nemli ve çaresiz gözleriyle karşılaşacaksın önce. Sonra o ne yapacağını bilmeyen “Ben de bilmiyorum ki, nasıl olacak” diye, bebeğini yeni kucağına almış misali o şaşkın anneyi göreceksin biraz ileride. Ve arada kendinin bir parçasını farkedeceksin belki de… “Bu saçmalık da ne canım” diyen. “Buna katlanmak zor” diyeceksin, orada olmaya tahammül edemeyeceksin belki… Orada iki seçeneğin var işte: Mavi hap mı kırmızı hap mı? Seni özgürlüğüne kavuşturacak gerçekleri mi istiyorsun yoksa oradan hızla uzaklaşıp, dışarı dönüp şimdiye kadar kendini uyuşturduğun yalanlarla mı devam edeceksin? Kendini her zerrenle, türlü zayıflıklarınla, karanlıklarınla, sevmeye ve sahiplenmeye mi başlayacaksın, yoksa tahammül edemediğin her parçanla dışarıda karşılaştıkça ateş mi püsküreceksin etrafa. Etraf yanıyor dostum. Yandık… Belki şimdilerde küllerimizden doğmak için. Belki tutup elimizden kendimizi büyütmeyi öğrenmek için. Yeniden insan olmak için… Tüm duygularımızla, tüm varoluşumuzla, tüm eksiklerimizle burada olduğumuzu, insan olmak dediğinin bu olduğunu anlamak ve haykırmak için…

Var mısın yorulan ruhunu kaynağına yollayıp dinlendirmeye, içindekini yeniden büyütmeye? 

Var mısın o karanlık odada kendini görüp kendinle arandan artık çekilmeye? Ve dostum, en uzun mesafe birbirini anlamayan iki kalp arası mesafe derler ya hani, meydan okuyor ve ekleme yapıyorum. En uzak mesafe kalbimizle aramızdaki, o küçük çocuğa dokunamayan bizle aramızdaki, kendimizle aramızdaki mesafedir. Gerisi hikaye… Var mısın meydan okumaya sana öğretilenlere? Şimdi seçebilirsin: Mavi hap mı kırmızı hap mı? 

Sevgiyle…

Başak Bilgen Camgöz

Bir cevap yazın