Hepimizin farkında olduğumuz veya olmadığımız rehberlerimiz olabilir. Rehber kavramına takılmayalım. Bu bazen, inkar etsek de bir ebeveyn, bazen öğretmen, bazen bir psikolog, danışman vesaire olabilir. Bazen bir kardeş, arkadaş, komşu dahi olabilir. Bir şekilde, bir dönem ona ihtiyacımız olmuştur. O dönemde ihtiyaç karşılanmıştır. Ama doğru ama yanlış şekilde, bunu sadece zaman gösterir. Hoş burada yanlış da denilemez, zira biz o şekilde bir ihtiyacımızı karşılamak istemişizdir, sorumluluk bizdedir. Suçlu ya da haksız yoktur. Bize yapılan bir şey yoktur. Bizim talep ettiğimiz bir şey tarafımıza veriliyordur. Bizim yetersiz kaldığımız bir dönemde, bir ihtiyacımızı karşılama stratejimizi o şekilde kurmuş olmamız, bunun ömür boyu böyle gideceği, bunun bireysel ve bütünsel olarak en hayırlısı olduğu anlamına gelmez. İnsanlar değişir, dönüşür. Her insan kendi döngüsü ve onun içinde de sayısız döngü ile dönüşür. Kocaman bir sistem içinde, her birimiz kendine özgü bir sistem barındırıyoruz. Burada kendine özgünün altını çizmek, kalın harflerle yazmak istiyorum. Zira değerli ve biricik olan tam da odur. İyi veya kötü, doğru veya yanlış her bir parçamız bizi biz yapar. Hepimiz kendi hikayemizin kahramanıyızdır. Kahramanın seçimleri ve hikayenin sonunu, irademiz ve bizi oluşturan parçalar belirler. Kendi yazdığımız bir hikayede başrolde olmak yerine, başkalarının şuursuzca, hatta aslen bizim için dahi yazmadığı hikayelerde savrulmayı da seçebiliyor ve bunun hayat boyu farkına varmayabiliyoruz.
Sıkıntıyı yaratan rehberlik değildir. Biz de rehberlik ederiz bir çok kişiye farkında olarak ve olmayarak. Sıkıntı ihtimali sadece, bizim bazen kendi atımızı sürme serüveninden mahrum kalmaya olan eğilimimizdir. Kendimizi ayrıştırmayı öğrenip sık sık deneyimlemedikçe, buluşmada olduğumuz kişilerin duygu ve düşüncelerini de zamanla kendimizden ayrıştıramayabiliyoruz. İçimizden geldiğini sandığımız, o bizi ittiren veya durduran seslerin kaynağı her zaman bizim doğrumuz, bizim iç rehberimiz olmayabiliyor.
Şimdi rehberlerinize ve içinizdeki klavuz seslere dönün ve bu algıyla bir daha bakın. Sizi bir şeyler olmanıza dair itip çekiştirme eğilimindeler mi, yoksa olduğunuz yerde tam ve bütün mü tutmaya mı yakınlar? Varlığınızın en yüksek ihtiyacı olan “Yeterince seviliyor muyum?” sorusunun artmasını mı tetikliyorlar, yoksa bu sevginin kaynağıyla buluşmanızı mı destekliyorlar? Gücünüzü elinizden mi alıyorlar, yoksa var olan gücünüzle buluşmanıza mı vesile oluyorlar? Yetersizlik inancınızı mı tetikliyorlar, yoksa yeterliliğinize odaklanmanıza mı kanal oluyorlar? Bu sorulara cevaplarınız ağırlıklı olarak olumsuz ise o kişiler hangi sıfatta olursa olsun veya o sesler ne kadar ayrışmaz bir parçamız gibi dursun, rehberlik görevlerinin ya vadesi dolmuş ya da hiç bir zaman iç rehberinizle buluşmanıza destek olamamışlardır. Bu konuda bir kızgınlığa veya suçlamaya gerek yoktur, doğru da olmaz. Zira çoğunluk, kendi yaşayıp, deneyimleyip, hissettiği kadarını hayatın ve gerçeğin sınırları ile karıştırır. Herkes olduğu, olabildiği kadardır. Birey olarak seçimler ve sorumluluklar her zaman kendimize aittir. Verene değil almayı talep edene odaklanmak gerekir. Tabi kendimizi de “Neden böyle yapıyorum” diye suçlayıp yerden yere vurmadan. Şefkat ve kabul ile… Aynı zamanda da “O zaman öyle olması gerekiyordu, yolumu bulmak için o şekilde bir stratejim vardı, artık değiştirdim” yetişkinliği ile.
Eğer buraya kadar okudunuz ve size bir şey ifade ettiyse, üstünü kapatmak yerine biraz orada durmanızı tavsiye ederim. Bayrağınızı elinize alma zamanı gelmiş olabilir. Acele etmeden, kırıp dökmeden… Sakin bir şekilde bayrağınızı taşımaya hazır olabilirsiniz. Bugüne ait size rehberlik eden tüm kişilere, içinizdeki rehber sandığınız parçalara ve duygulara teşekkür edin. Bugüne kadar onlara taşıma izni verdiğinizin ve bunun sadece sizinle alakalı olduğunun bilincine varmak için biraz, bir ağaç gölgesinde dinlenin, acele etmeyin. Bayrak kaçmıyor, o zaten sizin…Hazır olduğunuzda ki buna emin olmak için duygularınıza bakın: Yargı, suçlama gibi duygular varsa, rotanızdan şaşabilirsiniz. Duygular bir anda dönüşmeyebilir. Burada rotadan şaşmamanın tek yolu bu duyguların sadece bize ait olduğu sorumluluğunu almaktır. Bunları dönüşene kadar taşıyabilecekseniz de hazırsınız demektir. Hazır hissettiğinizde bayrağınızı alın, atınıza binin ve keşfetmek istediğiniz diyarlara doğru yol alın… Arkanızda bıraktığınız sadece atınızın ayağının attığı toz olsun…
Esas olan ve asla unutmamamız gereken şudur: Hepimiz her halimizle tam ve bütünüz. Hissetmemiş olsak dahi sevildik. Yeterince yaşayamamış olsak dahi yeterliyiz. Gücümüz yok değil, sadece bazen taşıyamıyoruz ya da nasıl taşıyacağımızı bilemeyerek başka şeylere teslim ediyoruz. Odağımızı da şunlar yerine şunlara çevirmeli: Hayatın “Ah başımıza gelenler” kısımlarından “Geldi, peki şimdi bununla ne yapmayı seçeceğim?” demek gücümüzü, “Olmadı olmuyor, yetersizim” diyen parçamızdan “Olması için kaynaklarım neler ve nelere ihtiyacım var?” sorusu yeterliliğimizi geliştirir. Geriye bir tek sevgi kalıyor. Onun cevabını ve sınırsız kaynağını bulan gelsin, kainat onu arıyor. Şaka bir yana, şimdiye kadar öğrenip deneyimlediğim kadarıyla iç çocuğumuza destekleyen ebeveynlik yapmayı öğrendikçe bu sevgideki eksiklik algısı zamanla dönüşmeye başlıyor. Olabildiği kadar… İttirmede değil, olana bakmada, bazen soluk almada, bazen durup kalmada kendimize izin verelim… Bazen de dönüşüm oralarda başlıyor… Dışarıdan beklediğimiz sihirli değnekli rehberler, beyaz atlarıyla içeriden çıkıp geliveriyor…
İç rehberlerimizle bağlantıda olma dileği ile… Hepsine şükranla, sevgiyle…
Başak Bilgen Camgöz