Pazar akşamı hüznü ve ertesi gün Pazartesi sendromu. Birçoğumuzun rutini olmuş durumda. Kısa bir zaman öncesine kadar benim de… Duruma aymam komik olmuştu. Şöyle bir diyalog oldu evde:
“Poff…Yarın yine Pazartesi” dedim. Bunun üzerine eşim:
“İyi de sen yarın çalışmıyorsun ki…”
Bayağı gülmüştük. Sonrasında düşünmeye başladım üzerinde…O günlerde oysa kurumsal işimi çoktan bırakmıştım. Şimdiki kadar yoğun da değildi henüz işlerim. Ertesi günü yani Pazartesi, istediğim saat kalkacak haftamı organize edecek ve keyifli işlerim olacak olmasına rağmen geliyordu o duygu. İşte her konuda olduğu gibi hayatımızı yöneten o duyguydu olay…Temeli çocukluk yıllarına dayanıyordu. İçimizdeki çocuğun en coşkun olduğu ve en çok dış çevre tarafından baskılanmaya başladığı zamanlar. “Meli malı” lar, kalıplar, kurallar… Keyifle değil mecbur olduğumuz için gittiğimiz okullar, keyifle değil mecburiyetten yapılan ödevler… Neyi niçini sorgulamamıza bile izin verilmeden, dan dan dan dayatılmaya başlanan kurallar.
İçimizdeki çocuğun çiğnemeden yuttuğu bu yüzden yutkunamadığı her şey gibi yarattığı o hüzün duygusu. İçinde bazımızın belki biraz öfke, biraz korku… Oysa farklı olabilirdi hikaye. Nasıl? Şöyle: O çocukla anlaşma yapılsaydı, ona mecbur olmadığı, bunlar olmasa da sevileceği, istediği kadar oynayabileceği, istemediği hiç bir şeyi yapmayacağı güzelce, bıkmadan, usanmadan anlatılsaydı…Okulun mecburiyetleri değil ona katacakları sevgiyle aktarılsaydı…Notları değil yolu ve orada yaşadıkları konuşulup paylaşılsaydı ve kahkahalarla gülünseydi…Daha farklı olur muydu hikaye? Bence kesin olurdu…
Sonrasında kurgular hep bu hikayenin, bu temelin üzerinde kuruluyor. İleride okullar, işler seçiliyor. Meli, malı, diğerlerinin istedikleri, onayladıkları ve alkışladıkları üzerine bir hayat kuruyoruz. İçimizdeki çocuğun ihtiyaçlarını karşılamadıkça ve onu duymadıkça, ona ebeveynlik yapmadıkça odağımız yıllarca dışarıda oluyor. İçimizdeki o boşluk, o sevgiye, oyuna, eğlenceye ihtiyaç duyan çocuk sürekli ağlıyor, yakınıyor, bazen bağırıyor…Biz duymuyoruz, duymayı bilmiyoruz…Duymadıkça da, o boşluğu dışarıdan aldığımız taktir edilme, onaylanma, sevilme gibi tatmin yollarıyla doldurmaya çalışıyoruz. Bunun dozu hiçbir zaman yetmediği gibi, alamadığımız anda yıkılıveriyoruz. İş, aşk, arkadaşlık ilişkileri başta olmak üzere hayatımızın her alanında hakim oluyor bu eksiklik.
İçimizdeki çocuk ile doğuyoruz ve yaşımız kaç olursa olsun, bir ömür bizimle beraber o çocuk. Okullarda veya ailede öğretilmiyor onun önemi ve hayatımızı esas onun yönettiği…Biz onu küçük yaşlardan itibaren duymak yerine bastırmayı öğreniyoruz. Onun ihtiyaçlarını karşılamak yerine, dışarıdan bize dayatılan mecburiyetleri ihtiyaç sanıyoruz. İşte içimizdeki çocuk hiçbir zaman tatmin olmuyor bu ikinci el inançlardan ve mecburiyetlerden. O kadar saf ki gerçeği biliyor. Bizim için iyi olanı, gerçek ihtiyacımızı, gerçek tatmin yollarımızı en iyi o biliyor.
Geçmiş geçmiş ise ve an şu ansa, bu saatten sonra ne yapabiliriz? Onu nasıl duyabiliriz?
Bunun çeşitli yolları var. Bununla ilgili kitaplar okuyabilir, çeşitli atölye çalışmalarına katılabilir veya destek alabiliriz. Ancak herşeyin başı istemekten geçiyor. Nasıl gönderiyor bize mesajlarını ve nasıl duyacağız? Mesajlar her konuda olduğu gibi duygularla geliyor. Gün içerisindeki aktivitelerimizde, bedenimizde bir rahatsızlık, huzursuzluk hissettiğimizde mesaj gelmiş oluyor aslında. Biz bedenimiz yerine zihnimizi, yani duygularımız yerine koşuşturan aklımızı dinlemeye odaklandığımız için onu duymuyoruz çoğu zaman…
Duygularımızı oluşturan ne? Tabii ki düşünce kalıplarımız, yani anlamlarımız. Tüm işlerimizde, aktivitelerimizde, ilişkilerimizde, kısacası hayatımızda; sendrom yaşamamak için üzerine çalışıp değiştirmemiz gereken anlamlarımız.
Sendromsuz Pazartesiler için bazı anlamları değiştirmeliyiz. Bunun için artık bize iyi gelecek anlamları yaratmalıyız. Bu anlamları yaratırken içimizdeki çocukla bağlantıda olmalıyız. Bunu hayatımızın her alanında yapmaya niyet edip üzerinde çalışmaya başlayınca hayatımız yavaş yavaş değişecek ve dönüşecek…
Bunları yaparken mutlaka bütün hayatımızı alt üst edeceğiz, işimizi gücümüzü bırakacağız ya da illa değiştireceğiz, ilişkilerimizi bitireceğiz sanmayın ve korkmayın. Çoğu zaman değiştirmemiz gereken sadece bakış açımız… Belki sende bu yeni yılda, yeni alacağın kararları düşünürken kendine yeni anlamlar hediye etmek istersin…
Sevgiyle…
Başak Bilgen Camgöz